Author Archives: mbilgin - Page 6

>formspring.me

>İstediğini sor bana 🙂 http://formspring.me/MeteBilgin

Müzik bir sevdadır

Bir sevdadır müzik. Bu sevdayı hep yanımızda taşımak, başucumuzdan ayırmamak isteriz. Ancak Gb’ları bulan müzik arşivimizi kendi bilgisayarlarımız arasında bile taşımak işkence gibi gelir. Taşıma esnasında yerin kalmaması, taşınırken yanlışlıkla silinmesi gibi durumlar sonrası taşıma işlemini durdurup o bilgisayara ya da oynatıcıya bağımlı kalırız. Ancak bu can sıkıcı olur(Evde birden fazla bilgisayarım olduğu için kendimi düşünerek yazıyorum).
Peki buna nasıl bir çözüm bulunabilir acaba? Biraz araştırma yaparak mpd‘ye ulaştım. Burada sunucu istemci modeli oluşturulmuştur. Sunucuyu bir yerden çalıştırmaya başlayınca sadece istemci ile bağlanmak kalıyor. Burada hayatı kolaylaştırmak adına avahi teknolojisi ile beraber gelen bir client tercih etmek gerekiyor.
Ne işe yarayacak bu avahi peki? Mac os üzerindeki bonjuer’a karşılık geliyor aşağı yukarı. Yani derseniz, sizin ip’lerden portlardan haberdar olmanıza gerek kalmadan uygulamaların birbiri ile konuşmasını sağlıyor sanırım(hayatta pek az şeyden eminimdir).
Yani evinizde ağa dahil olduğunuz bir bilgisayar(ki grafik ekrana ihtiyacınız yok)
üzerine gerekli programı çalıştırmanız yeterlidir. Başka bir bilgisayarda aynı ağa dahil bir bilgisayar sunucunun bilgilerinden habersiz gibi gözüküp onun bilgilerini(müziklerinizi) size sunar.
Kullanıcı açısından hayatı kolaylaştırıyor gibi gözüktü gözüme.
Konudan uzaklaştım biraz hemen toparlayayım. Bir avahi destekli müzik sunucusu kuruyoruz, arşivi tarayıp çıkarıyor kendisi sessiz ve sakin şekilde. Daha sonra ağa dahil bilgisayar, tablet bilgisayar, cep telefonu vs ile müziğimiz dinliyoruz. Tabi ki aynı protokolde çalışan bir istemci ile.
Aslında yazmak istediğim bu değildi… Mpd yi araştırdım istemci uygulamalarına baktım pek beğenemedim işin açıkçası 🙂 Hem apple ürünlerinde kullanılan bir protokolünü destekleyen istemci ve sunucuların varlığını gördüm(ki bu fikri veren de bir Apple kolaylığı olmasıdır sn. çağlar kilimci sağ olsun). Protokol olarak da “daap” kullanılıyormuş.
Araştırmalarım herhangi bir sunucu kurmadan bir müzik çalar üzerinden paylaşma yönündeydi. Ancak bunu yapan sadece rythbox olduğunu fark ettim(bir çoğu bu özellikten vazgeçmiş). Biraz can sıkıcı oldu benim için tabi ki. Daha sonra mt-daapd kullansak nasıl olur acep dedim. Kendi çapımda paketini yaptım 2011 için. Sonuç olarak amarok (2011,2009 ve kurumsal sürümleri içindeki) bağlantı sağlandı. Yine paketini oyun alanında tuttuğum banshee de çalışıyor ancak ip yazmak gerekiyor.

http://en.wikipedia.org/wiki/Digital_Audio_Access_Protocol#DAAP_Clients de kullanılabilecek istemciler yer alıyor.
Şimdilik bu kadar benden.

>3’den 1 eksik

>Hep gideceğin kıyıya mı göz dikersin ayrılırken?
Suç mu geride bıraktığın şehre dönüp bakmak?
Artık o sahil yok mu artık ayrılan için?
Ya şehrin gidene bakması suç mu?

>Hayat hakkinda

>hafif agirligini hissederken omuzumuzda hayatin, yavas yavas akar anilar gozlerimizin onunden.. tane tane duserken bazilarini yakalar saklariz ceimizde.. ILLA guzel olmalari gerekmiyor bularin.. bazi acilarda girer cebimiz. oluler ayriliklar kavgalar… hayat boyledir iste… gozlerimizin onunden akan taneciklerdir. Asil soru hangilerini cebinizde saklayacaginiz

>Güne düşen yapraklar

>Şairlerin heykelleri bize bakarken,

Biz düşüyoruz dalımızdan,
Utanmıyoruz bile önlerinden düşerken,
Ve düşünmemekten,
Anıları düşünüp kayboluyoruz geçmişte,
Ya da kaybediyoruz kendimizi yarında,
Düşünmeden yaşıyoruz utanmadan,
Üzücü bir şey sanki sabahları,
Ve kuşlar görüyor halimizi,
Cıvıldamıyorlar etrafımızda etrafımızda artık,
Neşe ile selamlamak gerekirken ustaları,
Üzülüyorlar arkasından gelen bizlere,
Düşünmeden düşerken dalımızdan toprağa…

>Bir Şeyler Yazmak – 2

>

Yarım kalmışlıkların gölgesinde çürüdüğünü düşündüğün anda atla bi vapura,
düşünmeden nereye neden diye,
Bitirmeyi düşünmeden,
İskeleden ayrılmaya hazırlanırken zıpla vapura,
dertlerini üzerinden düşür orada,
Neden bırakamayasın ki dertlerini kıyıda
koca koca demir yığınları batmadan duruyor ya suda,
herşey mümkün demek ki,
hele hele martılar,
martıymışsın gibi dibinden uçuyorlar ya seninle,
derdin yokmuş gibi süzülüyormuşsun gibi onlarla,
neden bırakamayacakmışsın seni sen olmaktan alıkoyanları?
Diye düşünmüştüm. Ama bugün;
Ruhun ağır gelir bedenine uyanırken,
Ruhun karışmak isterken toprağa,
Sen onu yine ızdırap dolu bedenine gömer ve çekersin hayatı,
Oysa yatsam kahverengi toprağa,
Baksam mavi gökyüzüne,
Düşünsem yeşillenen hayatı,
Bulutlansa hava yavaşça sen düşündükçe yeşili,
Yavaştan ıslansan,
Yavaşça çürüsen kahverenginin kollarında,
Yavaşça yeşillense kahverengi seninle,
Sessizce huzur dolsa içine,
Sen kahverengiyi düşünmek yerine yeşili yaşasan,
Ruhunla yeşeren bir kahverengi ile huzur dolsan..
Ve sende yeşersen sabahları yeşil ile…
Ruhun paylaştıkça seni daha bi yaşıyor, daha bi varmışsın gibi hissetse..

>Bonzai

Hayatlarımız elimizdedir. Ancak birileri tarafından kırpılmak istenmektedir devamlı. Tıpkı bonzai ağaçlarına yapılan gibi…

Başta aileler bizi birer ağaç gibi sularlar, büyümemiz için gübre atarlar. Ancak belirli büyüklüğe geldiğimizde bizi budamaya başlarlar. En azından çalışırlar. İstedikleri gibi bir evlat yetiştirebilmek için. Eğim vermeye çalışırlar. Bunları yadırgamamak lazım. Doğru yapılan budama daha hızlı büyümeyi sağlar. Ancak bu budama şekil vermek için olmaya başlar.

İşte o vakit sürtüşmeler başlar. Gerçi daha çabuk ve verimli büyüme gerçekleşmesi için budamalarda bile gerçekleşir. Çünkü budama dallarının kesilmesi anlamına gelir. Tek tek kesilir. Canın acır. Bazen istenilen budama yanlış dalları da keser. Ve tam büyüme gerçekleşmez. Bir tarafımız eksik kalır. Böyle büyürüz(Büyümek dersek buna tabi).
Toplum budamaya çalışır bizi, insanlar, tanıdıklar, sevgililer, kardeşler, abi’ler ve tüm insanlık. Sizinle ilişkili herkes(üzerinizde hak iddaa edemeyenler bile) sizi budamaya çalışır. Keser sonuçlarını görmeden…
Ve fark etmeden sende budarsın insanları. Çünkü böyle görmüşsündür. O dal seni rahatsız ediyordur. Sana battığı için değil sadece güzel gözükmediğini düşündüğün için budamak istersin…
Ve fark edemezsin birisi gözüne sokmadıkça ne yaptığını. Gözün acır. Uyuduğunu anlarsın. Dalın kalmış kendine özgü ve elinde bir bağ makası sağdaki soldaki insanların peşinden koşuşturuyor olduğunu fark edersin…
Ben budama yaptım. Kabul ediyorum. Ama beni budamaya çalışanlara gözlerine soktum ne kadar doğru olduğunu bilsem bile dallarımı. Uyanma sırası bende galiba. Artık elimdeki bağ makasını bırakmak istiyorum…

Lütfen Beni Öldürme…

>

Geçen gün bir yerde denk geldim bu filme. Çok kısa bir bölümünü izleyebildim(çok güzel filmdir kendisi tavsiye ederim). Neyse asıl konuya geleyim. Bir kısmında yazar yüksek bir binadan kendini boşluğa bırakmanın nasıl bir his olacağını öğrenmeye çalışıyor. Masanın üstünde gözleri kapalı bir şekilde gökdelenin tepesinde kendisini boşluğa bıraktığını düşünüyor.

Asıl dikkat çekmek istediğim o his. Ayaklarının altındaki zeminden ayrılarak serbest düşme hareketi ve çaresizlik…

Ama bir istek de vardır orada. Kendini boşluğa bırakmak.(Ya yarı yolda korkup/pişman olup geri dönmek istesen… tabi ki geri dönüş yok tabelasını unutmuşlardır girişte, en azından sen bunu bilirsin…) İşte bu yüzden paraşütle atlamak gibi ufak bir isteğim var. Kısa bir süre de ol. üzerime baskı yapan hayattan serbest düşme yaparak kurtulmak. Onlarla beraber yere kadar düşeceğim ancak olsun. Düşerken hepsi ile bende düşüyor olacağım.

>İstanbul…

>

İçinde istanbul olsun…

Peki nedir bu istanbul sevdası? İstanbul’u, İstanbul yapan nedir? İçinde yaşayanları mı? Vapur ile geçerken size eşlik eden martılar mı? Tarihi mi? Yaşarken verilen mücadele mi?

Nedir yani bu aşk, nedir bu sevgi? Gerçi bu sevgi yavaşça benliğine giriyor… Sarıyor etrafını… Nedir bu şehri bu kadar yaşanır kılan?

Belki içinde yaşayanlar. Her gün yüzünü görmek için uyandığın sevdiğin. Ya da keyif ile çalıştığın iş arkadaşların. Her akşam bi iki lafın belini kırmak için can attığın dostların. Belki de sadece bir fotoğraf çekmek.

Gün batımını izlemek mi yoksa? Boğazı seyrederek yudumladığın bir içeceğin keyfi mi İstanbul’u İstanbul yapan. Yoksa derin bir nefes çekerek aldığın yudumu armağan ettiğin sevdiğinin hasretimi.

Yoksa bir kıyıda kafanı dağıtmak için tahta iskelede duran vapuru mu izlemenin verdiği keyif midir? Ya da sevdiğini istediğin gibi özgürce sarıp hayatı en derinlerine çekerek hayatta olduğunu hissetmek midir?

Oysa ki tam anlamı ile istanbuldan kaçmıştım ilk gördüğümde… Ben sakin bir şehrin, sakin bir genciydim. Bu kadar kalabalık ve koşuşturmaca beni korkutmuştu… Üniversiteye gelmek için istanbul’u seçmemiştim bile… Çünkü orası beni yutar diye… Galiba yuttu da. Ama bundan mutluyum. Çünkü seviyorum.

Bir martının kanadında,

Gezsem seni karış karış…

>Bir Şeyler Yazmak

>Eskiden severdim kağıt ile kalemin uyumunu… Sanki ben yazmıyordum, kalem zevk alıyor, kıskanıyor, sinirleniyor ve kızıyordu sanki kağıda… Kelimeler akıyor gidiyordu. İşte bunu yapmayalı çok olduğunu fark ettim yine… Ancak elimde ne doğru düzgün bir kağıt kaldı(kalbin kadar temiz bir kağıt ;). Yine sanallık üzerinden bunları yazıyorum. Ama tam bir tatmin duygusu yaşayamıyorsun galiba… En azında ben bunu hissediyorum. Peki neden bunları yazıyorum? Derdim nedir yani. Bir süredir isyan ettiğim şeyin üzerinden geçildiğini fark ettim. Artık insanlar yeniden blog yazmaya başladılar. Bir kaç tanesini okuduğumda gaza gelmiştim. Bende yazayım fikirlerimi. Sonuçta bir etkileşim zincirinin bir parçası olmak istedim… Ancak işte okulu bitirme çabalamaları içerinde boğuldum.

Peki ya şimdi?
Şimdi daha rahatım. Huzurlu ve mutlu muyum? Pek değilim… Bugün kalan tek dersten kalacağımı öğrendim. Ancak kesin değildi… Kesin olsun daha sonra sövmeye başlarım diye düşünüyorum:)
Peki “bana bakın” durumunda ne bahsedebilirim?
Bir süredir ufak tefek blog yazıları hazırlamıştım. onları hazır edip bugünlerde yayınların diye düşünüyorum. Ama aksilik olur kızmayın hemen…
Okulu bitirmeye çabalıyordum. Galiba başarısız oldum. Bu konuda belki bi iMac gelebilir :p
Okulda öğretilen(en azından öyle iddaa edilen) şeylerin çok azını öğrendiğimizi gördüm. Pek çok şey unutuluyor. Tekrar edilmesi ya da adam gibi anlatan birileri tarafından sevilerek anlatılması gerekiyor… Bu konu hakkında bi büyük düşüncem vardı. Ama kandil’miş. O kadar da günaha girmeyelim dedim. 12 den sonra bişiler bakarım büyük ihtimal…
Bu aralar Redd ile Jehan Barbur dinliyorum. Sakinleşiyorum. Bir süredir uykusuz okuyorum. Bu kültürden nasıl yoksun kaldığımı anlamış değilim… Vaktinde dergi olarak Level okurdum. Sanki bu durumu hobi olarak sadece bilgisayarı seçmemden kaynaklanıyor. Bu işi severek yapmamın tek kaynağı bu hobi. Evi birazcık dağıttım tabi malum sınavlar falan… Temizliğe geçmem gerekiyor… En önemlisi yavaştan kendimi toparlamam gerekiyor… Hayatta ne kadar büyük saçmalıklar olsa da onlarla mücadele etmek gerekiyor…
Yakın zamanda yaptığım İstanbul ziyaretlerimde artık bir İstanbul sevdalısıyım. Vaktinde abartıldığını düşünürdüm. Ancak en güzel kural olan “Yaşa ve öğren” gerçekleşti.
Sonraki hayatımı burada geçireceğim için üzülüyorken artık seviniyorum… Tabi ki vakti geldiğinde yine ufak sinirlenmeler yaşayacağımı düşünüyorum.
Herkes gibi ufak bir İstanbul yazısı yazmayı düşünüyorum… Hayata dair, İstanbul’a dair… Birde güzel bi fotoğraf makinem olsaydı iyidi ama neyse. İşe başlayabilirsem onu da alacağım…
Hayatımda güzel olan şeyler de var ama onlar benim içimde gizli…