Aitlik eki

Ne zaman bu eki gerçekten kullandık. Cümle içinde birilerine kendimizi kanıtlarken kullandığımız ekten bahsetmiyorum. Birilerine kanıtlama/anlatma derdini içimizde hissetmediğimiz bir zamanda kullandığımız zaman diliminden bahsediyorum. Kendimizi nasıl tanımlıyoruz son zamanlarda? Bizi biz yapan şeyler neler? Kimler, neler, nereleri bizi biz yapıyor? Kişiliklerimizi bir şeylere bağlamadığımızda uçup gidiyor mu acaba? Bir mahalle, bir sigara üreticisi, bir kahve çekirdeği mi bizi biz yapıyor?Biz nereye aidiz ve neresi bize ait? Bir koku mu bizi hatırlatıyor geçmiş günlerden? O koku sanırım dükkanlarda satılıyor bu günlerde. Parçalardan bütüne gitme çabamızda parçalarımızı hep yanlış seçiyor muşuz gibi geliyor bu günlerde. Biraz Colombiya kahvesi çekirdeği, azıcık bisiklet gıcırtısı, azıcık telefon vızırdaması işte ben. Basit sadece ve tanımlanabilir parçaların bütünü. Ya sen? Senin parçaların neler? Nereye aitsin? Neye aitsin?

Hepimiz biraz deliyiz

Pek cok yazilan gibi yeniden soruyorum deli olmamak mumkun mu?  Birazcik delilik eminim ki kan sekerimizi arttiracak, biraz hayatimiza ve sizin hayatiniza ilginclik katacaktir. Almadan gecmeyin. Deliliğin ölçü birimi olsa ne olurdu acaba?  Karikaturlerimiz mi, sohbetlerimiz mi, yoksa yoldan gecen biri mi?  Hayatin bize ne sundugunu bilmeden delirme ölçütü olarak her an kullanilabilecegimizin farkinda miyiz? Kimine gore delirmek hayati istedigin gibi yasayabilmektir. Yargilanmaktan kurtulmak, kaliplardan uzakta bir hayatin anahtari aslinda. Hayatimizi illa ki delirmeden deliliğin tatmadan gecirmek. Kurallara uymak ve uyum saglamak. Ote yandan keyfince dile getir kendini. Belki de deliler toplulugu gercekten bir kurtulus evidir. Belki de delirdigimizde artik mutlu uyuyabiliriz. Buyuk resmi gormek ve anlamak demek de olabilir. Buyurun delirin. Ya da sadece yasayin. Yemek icin, su icin, mutluluk icin. Bir toplum olmaktan cikilacagindan korkumuz daha da derinlere batacak yoksa.

Hadi gul

Gulumse be guzel kardesim. O kadar vakit harcayip gelmissin, izdirap cekmissin yollarda, sira beklemissin. Ufacicik bir tatilin hayali ile ne kadar calistin bi sen bilirsin. Gelmissin cennet gibi yere(bknz akyaka/mugla). Az biraz gul be guzel kardesim. Az bi gul, az biraz mutlu ol. Kaslarin biraz yumusasin ki buyuk resmi gor. Catmissin ki kaslarini yapmissin gorus alanini 16:9. Gunesi goremiyorsun, gokyuzunu goremiyorsun. Ah bi gorsen, omuzlarini geriye esnetip guzel havayi cigerlerinin derinliklerine ceksen. Bak bu bayrami bayram gibi yasasan. Ha geldi gelecek derken geldi gidiyor. Hala listendeki 12345 maddeyi yapmanin derdindesin biliyorum. O kadar parayi/zamani bir araya getirip koymussun gelmissin. Gerginligin denizin dalgalarinin sana ulasmasina izin vermiyor. Elindeki telefonu da sok cebine. Begenilme arzunu biraz azat. Bak begenilmeyi bu kadar arzulamadiginda, gokyuzunun mavi oldugunu goreceksin eminim(tabi ki biliyorsun gokyuzu mavi, bulutlar deterjanin oranina gore beyaz ile siyah arasinda giriyor hayatina).

Ben sana unut dertlerini demiyorum. Bi kac gunlugune geldigin deniz kenarinda bak denize, baliga bak(hemen mangali dusunme be arkadas) sakinles, bu gerginlik seni yoruyor. Ha iste o sirtindaki agri var ya o bu kadar gergin kumasindan oluyor. Diyeceksin ki donucez geri karmasaya. Ne para var cepte, ne haz var iste. Uc kurusa bes kofte pesindeyiz insanlar olarak. Kofte yok aslinda, kofte sensin. Kizariyorsun orada biri de gelip yiyecek seni.

Peki peki sustum. Gece gece rahatsiz ettiysem de ozrum kabahatimden buyuk olacak, okumasaydin 🙂 Saygi ve sevgi cercevesinde gevezeligi okudun bir tesekkuru borc bilir sevgilerimi kisa mesaj olarak gonderirim.

 

 

Şahitlik

Sahitlik

Bir süredir gir gerçeği kendim kavradım. Malum herkes kendisinden sorumlu, şimdiye kadar da biri de çıkıp çat diye bu gerçeği söylemedi, söylediyse de algılayamadım, düşünmedim algılamadım. Her gün fotoğraf çektiğimizi, paylaştığımızı düşündüğümüzde(sağ olsun İnternet – sosyal medya) her anımızı paylaşır olduk. Özelimiz mi kaldı artık diye insan sorası geliyor. Sevincimizi, üzüntümüzü, yalnızlığımızı ve yahut kalabalıktan öldüğümüz olayları/etkinlikleri paylaşır haldeyiz. Neden sorusu her zaman en rahatsız edici soru olarak kalacaktır benliğimde. Şahitlik istiyoruz. Biz oradaydık, mutluyduk, üzülüyorduk, yalnızdır vesaire vesaire(vs vs). O kadar hafızamız zayıflamış durumda ki günü gördüğümüzde bir çağrışım yapamaz oluyor. Onun yerine uygulaması var o sana neleri paylaşsan çat diye gösteriyor(timehop). Yahu o kadar bilinçsizce bir haldeyiz ki neredeydik, kimin ile beraberdik, ne yemiştik, ne içmiştik soruları havada. He işte konuyu bir güzel dağıtıp bilinçsizliğime daldım yine. Ne diyorduk, şahitlik. Yaşadığımız anın ne kadar bıdı bıdı(duygu yüklü anlar) olduğunu herkesle paylaşmalıyız ki sosyal bir yaratık olma statümüzü kaybetmeyelim. İnsanlar kim, kiminle, ne zaman, nerede, ne yapıyor sorularına cevap bulurken biz de anılarımızı başkalarının hafızalarında tutmaya çalışalım. Amman dikkat belki bir felaket olur ve kimse bizi hatırlamaz/unutur korkusu. Hem orada dursun, hem de selam bile vermeye lüzum görmediğimiz insanların hafızalarında yer etsin. Görelim ki dedikodu/kıskançlık/imrenme üçlüsü yakamızı bırakmazken, biz de nispeti alem(sosyal alem/medya) yapmadan duraksamayalım. Belki üç – beş kişi görür de kıskanır. Bizim ismimizi anar ve unutmazlar. Oradan da filme bağlayayım ki tam olsun. “Çılgın Max: Öfkeli Yollar” filmini de oturup yeniden ve yakın bir zamanda izlemişken başıma bir direksiyon imgesi düştü. “Şahidim ol cennete giderken“. Ne hissediyoruz? Ya da hissediyor muyuz? Bir başkasına ne hissettiğimizi nasıl anlatırız? (sorular sorular). Hocalar yazılacak konu verdiğinde yazdıklarımı zayıf ve konu bütünlüğü olmadığından kırmızı kalemli notlar sunuyorlar bana (Araya da İngilizce çalıştığımı sıkıştırayım) amma velakin kendi ana dilimde dahi karmaşık düşler/düşünceler içerisinde yüzdüğümü söylemeden edemeyeceğim.

Velhasıl kelam, sevgili sosyal medya arkadaşlarım şahidiniz oldum, oluyorum ve olacağım. Merak etmeyin gezin, yiyin, için.

 

Bir gece ansızın gelebilirim

Hayat zor, acımasız ve bir o kadar zalim, biliyorum ki yazılmayacak zamanda bir anda ortaya çıkmakta üstüme yok. Ve biliyorum ki en olmadık cümleleri en olmadık zamanda an anlaşılmaz biçimde kuracağım. Ben kimim, neyin, nasılım, ne için varım, ne işe yararım. Bilmiyorum. Kendime anlamlar yüklemek için çabam bitmedi Umarım da bitmez. Bir orkestradaki ufak bir çalgı olmak için yanıyor gönlüm. Ufak bir katkım olsa. Bir tek nota çalsam. Ben de var olsam onca nota arasında. Bi nefes almak/vermek için gelmiş olmayı kabullenmek mi dersin buna. Yoksa kocaman bir resimde ufak bir çizik olsam da o resme anlam kattığım iççin mutluluktan öldü mü dersin. Ölmek, yaşamak ve arada kalmak. Pek çok kez arada kaldığımı düşleyip yaşadım. Nefes almayı bırakamadığım bir bağımlılık olarak gördüm. Ve şimdi öylesine bir anda, öylesine yazıyor gibi yazıyorum. Bu bağımlılıktan kurtulamaz gibi duruyorum uzaklardan kendime bakarken.

Kaybolmuşluk ile tükenmişlik arasındaki kalın çizgide gidip geldiğimiz zamanları hatırlarız. O kadar kalın bir çizgidir ki, bir uçtan diğer uca volta atarken, içimize çektiğimiz her nefes ancak gögüs kafesine sıkışır kalır. Acıdan daha çok sızı vurur kemiklerimize. Nasıl geldiğimizi ve nereye gideceğimizi hatırlamaya çalışırken, bir kaybolmuşluğu görürüz, bir tükenmişliği. Birine arkamızı dönüp uzaklaştığımızda diğeri kucak açmış bizi bekler halde görürüz. Kelimeleri sarf edecek kadar nefesimiz kalmadığı için, son bir nefes daha alırız. Son bir dal sigaradan kalan son bir nefes. Derin derin çekersek bir anda bitecek, ancak yavaşça çektiğimizde ise tadı kalmayacak. Arada derede kalmamız nede bize özgü.

Fotoğraftaki ayaklarımız

Bir anı çektiğimizde gördüğümüz anı yakalamaya çabalarız. Ancak bir süre geçtikten sonra o fotoğraf ile aramızdaki bağ kopar. Fotoğrafla direk bizim bağımızın olmadığı, bizi çağrıştıran hiçbir şeyin olmaması bizi soyutlar(Fotoğraf çekerken ortamdan soyutlanıp sadece anı yakalama fikri/düşüncesi pek hoşuma gider benim halbuki(böylece çekilen anı etkilemeden gerçeği yakalayabilirim)). Ancak Kendimizi göze batmadan nasıl bir fotoğrafın içine koyabiliriz(göze batan/selfie-özçekim). Ancak ayaklarımız sanki şans eseri oradaymış gibi ayarlanması, kadrajı ayarlayamamışım numarası ile fotoğraflara bir bağlantı koymak artık çok normalleşti. Bu fotoğrafın ayakları var artık, onlar benim fotoğrafçının ayakları. Ben(fotoğrafı çeken şahıs) sadece bir araç değilim. Orada ana ögenin bir parçasıyım. Burada sanırım egomuz işin içine karışıyor. Ayaklarımız/ayakkabılarımız ile fotoğrafı şahıslaştırmak, bize ait kılmaktır.

“Kaldı ki fotoğrafı neden çekiyoruz?” ana sorusu geliyor akla. 5n1k sorular takımı kafamızda dolanmasa da bilinçaltımız bu soruları cevaplarını için türlü oyunlar peşinde.

 

Tabak tıkırtısı

IMG_3945

İçerden gelecek tabak tıkırtısı aslında seni uykudan uyandıran bir gürültü olmamaktadır. Bir aile olduğunu birilerinin yaşadığını, hatta birilerinin seni kahvaltıya çağırmak üzere olduğunu belli eder. Zamanında(Ben gençkene) bazen neden beni rahat bırakmıyorlar da uyuyayım diye hayıflanırken şimdilerde bu sıcak çay dumanı ile dolu mutfağı, hafif sigara dumanını, telaşla hazırlanan kahvaltı sofrasını, acaba onu ne zaman uyandırsak sorusu ile dolu kafaları özlemekteyim. Özlem bir kişiye, bir mekana ait değildir varsamımca. Bir ana olan özlemdir. O anı tekrarları içinde yaşayabilme isteği özlem duygusunu tetikliyor. Çayın dumanı, tabakların masaya konurken çıkardığı takırtı, sabah konuşmalarının geldiğini duyup anlamadığın sabahlar. Bir yere ait olma arzusu ile çelişen gitme isteği. Gittiğin yere kendini götürmen. Değişmen, özlemen ve eskiye geri dönme arzusu. Neden bu kadar karmaşıklaştırıyoruz ki. “Özledim Ulennnn” demek neden bu kadar zor gelir ki insana. Neyi özlediğimiz farkına mı varmıyoruz yoksa gün içinde.

İşte bir kaşığı çay kavanozuna daldırıp çaydanlığa dökmeden koyma güzelliğini, telaşını özledim.

IMG_3924

Edit:

No need to title

Sometimes you need walk away in the night. To lose your identity, to lose your mind. Be perfect, be nothing

Biten Şeyler

IMGP7524

Uçtular. Gittiler. Ve bitti. Bir masa, yalnız kaldı gittiklerinde. Üzerindeki kırıntıları bitirmeden gidişlerinden, aslında kırıntılar için gelmediklerini anlamıştı. Boşluğu fark ediyordu aslında fark etmediği yerlerde. Boş olmayan kısımlarını asla fark edemezdi, ta ki boş kalan yerlerde usulca dolan su birikintilerini görene kadar. Üzülecek miydi gidenlerin arkasından? Ufak bir parçasını kaybettiğini biliyordu gidenlerle. Bir bütünü oynamak, bir parça kendini katmak gerektiğini kendisini bilmeden biliyordu. Her giden bir parçasını götürürken, ona bir parça bırakıyordu. Kendine kalan parçaları topladığı ufak kavanozu asla kaybetmeyeceğini anılarla dolduruyordu.

Kavanoz ne kadar küçük olursa asla dolmuyordu oysa. Her yeni parçada biraz daha fazlasını almak istercesine kapağı açık bekliyordu. Güzel anlardan oluşan parçalarını her zaman gördüğünde tanıyacağı, bazen ansızın kavanozundan kurtularak rüyalarına girenlerin olduğu bir hayatı yaşamaktı isteği. Rüyalardaki anılar gerçeklerine gebe kalacaktı çünkü. O sıcak kokusu yayılan anı, yenisi ile daha da büyüyecekti. Her gidiş arkasından yeni gelişleri doğurduğunu hatırlatarak bitecek bir anı daha. Kavanozdan küçük bir anı çaldım ben hikayeci olarak. Ancak daha büyük anıları doğurması için çaldım. Umarım af eder.

Sonu ise kuşlar oldu. Kuşlar uçtu, o uçtu. geriye ne taş kaldı, ne demir, ne de yağmur damlaları.

IMGP7523.